Kategoriler
Genel

Jeoloji: Dünyanın Taşlarını ve Tarihini Keşfedin

Jeoloji, dünyanın oluşumunu, yapısını ve evrimini inceleyen heyecan verici bir bilim dalıdır. Bu yazıda, jeolojiye dair temel kavramları ve ilginç bilgileri keşfedecek, yer kabuğundaki olayları anlamaya yönelik bir yolculuğa çıkacaksınız.

jeoloji ve dünya

Yer Kabuğu ve Oluşumu

Yer kabuğu, kayaların ve minerallerin karmaşık bir mozaği olarak karşımıza çıkar. İç çekirdekten dış kabuğa kadar olan katmanlar, jeologlar için sürekli bir keşif alanı olmuştur. Pangea’nın parçalanması, levha tektoniği ve volkanik aktivite gibi olaylar, yer kabuğunun dinamik yapısını şekillendiren unsurlardır.

Minerallerin Dünyası

Jeolojik süreçlerin temel taşları olan mineraller, kristal yapıları ve kimyasal bileşenleriyle büyüleyici öykülere sahiptir. Kuarz, feldispat, manyetit gibi yaygın minerallerin yanı sıra, ender bulunanlar arasında yer alan elmas ve zümrüt gibi değerli taşlar da jeolojinin merkezinde yer alır.

doğal mineraller

Fosil Kayıtları ve Tarih Öncesi Dünya

Jeoloji, tarih öncesi dönemlere ışık tutan fosil kayıtları sayesinde geçmişin izini sürer. Dinozorların devri, buzul çağları ve yaşamın evrimi gibi konular, jeoloji ile paleontolojinin kesişim noktalarında keşfedilir.

Depremler ve Volkanlar

Yeryüzündeki dinamizmi anlamak için depremler ve volkanlar üzerinde durmak gerekir. Levha sınırları boyunca meydana gelen depremler, yer kabuğunun hareketlerini gözler önüne sererken, volkanik patlamalar yeni toprak oluşumlarına yol açar.

Jeotermal Enerji ve Madencilik

Jeolojik oluşumlar, enerji ve maden kaynakları açısından da zengindir. Jeotermal enerji, yer altındaki sıcak kaynaklardan elde edilen çevre dostu bir enerji kaynağıdır. Aynı zamanda madenler, endüstriyel hammaddelerin ve değerli metallerin çıkarıldığı yerlerdir.

Jeoloji ve Çevre

Jeoloji, çevre bilimleri ile de sıkı bir ilişki içindedir. Toprak erozyonu, su kirliliği, iklim değişiklikleri gibi konular, jeologların doğal kaynakları koruma ve sürdürülebilirliği anlamak için çalışmalarını gerektirir.

Sonuç olarak jeoloji, doğanın gizemli öykülerini çözen bir anahtardır. Bu bilim dalı, geçmişin izlerini sürmek, doğanın gücünü anlamak ve geleceği öngörmek için önemli bir araçtır. Jeoloji ile ilgili daha fazla bilgi edinmek, dünyanın altındaki sırları keşfetmek ve doğanın güzelliklerini anlamak için heyecan verici bir serüvene atılabilirsiniz.

Kategoriler
Nedir

Sürdürülebilir Arazi Yönetimi

Sürdürülebilir arazi yönetimi, toprakların kullanımının, üretimin ve doğal çevrenin korunmasının bir arada yapılmasını amaçlar. Bu, üretimin artırılmasının yanı sıra toprakların üretim kapasitesinin korunmasını ve doğal çevrenin sağlıklı bir şekilde sürdürülmesini de içerir. Sürdürülebilir arazi yönetimi, tarım, ormancılık, su yönetimi, koruma ve diğer alanları içermektedir. Bu yöntemler arasında örnek olarak; gübreleme, sulama, toprak koruma yöntemleri, biyolojik çeşitlilik, tarımın sürdürülebilir hale getirilmesi, orman yönetimi, toprak restorasyonu, erozyon kontrolü, su kaynaklarının korunması, enerji ve malzeme verimliliği gibi konular bulunabilir.

Kategoriler
GIS

Türkiye’de Kullanılan EPSG Kodları

Türkiye EPSG Kodları

Haritacılık ile ilgilenen herkes projeksiyon / datum farklılığından kaynaklı sorun yaşamıştır. Ya alınan veri bambaşka bir yerde çıkmaktadır. Ya da sağ-sol olarak 5-10 metre yukarı-aşağı olarak 180-200 metre kayık görünmektedir. Z kotlarında da yine kabul edilemez farklar vardır. Bu sorunun temel nedeni her projeksiyon sisteminin temel aldığı dünyanın eğrilik basıklık gibi farklı kabullerden kaynaklanmaktadır. Dünya mükemmel bir geometrik şekle sahip değildir ve mevcut şekline biz geoid diyoruz. Projeksiyon sistemleri ise farklı formülasyonlarla bu yüzeye en yakın geometrik şekli tanımlamaktadırlar. Z kotlarındaki farklılık bundan kaynaklanmaktadır. Bazı bölgelerde gerçek yüzey bu kabul edilen eksenin altında, bazı bölgelerde ise üzerinde kalmaktadır. Haritacılıkta sıfır hata yoktur. 3 boyutlu bir yüzeyi 2 boyutlu bir kağıt ortamında göstermek istediğimizde bu hatalar da beraberinde gelmektedir. Bu hataları en aza indirmek için birçok sistem tanımlanmıştır. Ancak hangi projeksiyon sistemine sahip olursa olsun bir veri başka bir projeksiyon sistemine kabul edilen hata oranları ile birlikte dönüştürülebilmektedir. Bu dönüşümlerde yararlanılması için Avrupa Petrol Araştırma Grubu (EPSG) her projeksiyon sistemi için bir EPSG kodu belirlemiştir. Ben de Türkiye’de haritacılıkta uğraşan insanların yaşadığı temel sorunlardan yola çıkarak, çözüm olabilmesi için ülkemizde kullandığımız tüm EPSG kodlarını bir tabloda sizlere sunmaya çalıştım. Umarım yardımcı olabilirim.

Kısa AdıEPSGZonDOMKoor. Sis.ESRI -
Gauss Kruger
Açıklama
ED504230--2D Coğr.4230Coğrafi European Datum 1950
WGS844326--2D Coğr.4326Coğrafi World Geodetic System 1984
ITRF968995--2D Coğr.104122Coğrafi International Terrestrial Reference Frame 1996
TUREF5252--2D Coğr.5252Coğrafi Turkish National Reference Frame 1996
ED50 TM272319927102550-2206European Datum 1950 3° Zone 9
ED50 TM3023201030102551-2207European Datum 1950 3° Zone 10
ED50 TM3323211133102552-2208European Datum 1950 3° Zone 11
ED50 TM3623221236102553-2209European Datum 1950 3° Zone 12
ED50 TM3923231339102554-2210European Datum 1950 3° Zone 13
ED50 TM4223241442102555-2211European Datum 1950 3° Zone 14
ED50 TM4523251545102556-2212European Datum 1950 3° Zone 15
ED50 35N23035352723035European Datum 1950 6° Zone 35
ED50 36N23036363323036European Datum 1950 6° Zone 36
ED50 37N23037373923037European Datum 1950 6° Zone 37
ED50 38N23038384523038European Datum 1950 6° Zone 38
WGS84 35N32635352732635World Geodetic System 1984 - 6° Zone 35
WGS84 36N32636363332636World Geodetic System 1984 - 6° Zone 36
WGS84 37N32637373932637World Geodetic System 1984 - 6° Zone 37
WGS84 38N32638384532638World Geodetic System 1984 - 6° Zone 38
ITRF96
TUREF / TM27
52539275269International Terrestrial Reference Frame 1996
ITRF96
TUREF / TM30
525410305270International Terrestrial Reference Frame 1996
ITRF96
TUREF / TM33
525511335271International Terrestrial Reference Frame 1996
ITRF96
TUREF / TM36
525612365272International Terrestrial Reference Frame 1996
ITRF96
TUREF / TM39
525713395273International Terrestrial Reference Frame 1996
ITRF96
TUREF / TM42
525814425274International Terrestrial Reference Frame 1996
ITRF96
TUREF / TM45
525915455275International Terrestrial Reference Frame 1996
Kategoriler
Genel

2022 Harcırah H-Cetveli Gündelik ve Konaklama

10/2/1954 tarihli ve 6245 sayılı Harcırah Kanunu hükümleri uyarınca devlet memurlarına verilecek gündelik ve konaklama bedelleri H-Cetveli ile belirlenmektedir. 2022 yılında bir güncelleme ile birlikte konaklama bedeli %50’den %180 artımlı olarak değiştirildi. Ardından H-Cetveli güncellendi ancak %180 artım eski H-Cetveli üzerindeki değerden hesaplanmaya devam etti. Bu değişiklikler kafa karıştırdığı için bu tabloyu hazırlama gereği duydum. Umarım yardımcı olabilirim.

Kadro Gündelik Konaklama
Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı ve Cumhurbaşkanı Yardımcıları  162,00 ₺  280,00 ₺
Anayasa Mahkemesi Başkanı, Bakanlar, Genelkurmay Başkanı, Milletvekilleri, Kuvvet Komutanları, Jandarma Genel Komutanı, Sahil Güvenlik Komutanı, Cumhurbaşkanlığı İdari İşler Başkanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Sekreteri, Orgeneraller, Oramiraller, Yargıtay, Danıştay, Uyuşmazlık Mahkemesi ve Sayıştay Başkanları, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, Danıştay Başsavcısı, Diyanet İşleri ve Yükseköğretim Kurulu Başkanları, Kamu Başdenetçisi  149,00 ₺  257,60 ₺
Ek göstergesi 8000 ve daha yüksek olan kadrolarda bulunanlar  129,00 ₺  224,00 ₺
Ek göstergesi 5800 (dahil) – 8000 (hariç) olan kadrolarda bulunanlar  121,00 ₺ 210,00 ₺
Ek göstergesi 3000 (dahil) – 5800 (hariç) olan kadrolarda bulunanlar  115,00 ₺  198,80 ₺
Aylık/kadro derecesi 1-4 olanlar  102,00 ₺  176,40 ₺
Aylık/kadro derecesi 5-15 olanlar  100,00 ₺  173,60 ₺
Kategoriler
Google Earth

Türkiye MGRS Pafta İndeksi

Türkiye MGRS Pafta İndeksi
Tüm Türkiye’nin 100 km ölçekli MGRS pafta indeksini bilgisayarınıza indirin ve herhangi bir pafta bulucu yazılıma/eklentiye gerek kalmadan çalıştığınız yerin hangi paftada kaldığını Google Earth üzerinde bulun.
Böylelikle koordinat hangi paftada diye sormanıza gerek kalmayacak.

Türkiye MGRS Pafta İndeksini KMZ olarak indirmek için BURAYA TIKLAYIN
Türkiye MGRS Pafta İndeksini Shapefile olarak indirmek için BURAYA TIKLAYIN

MGRS bir askeri grid referans sistemi olup NATO tarafından kullanılmaktadır.

Türkiye Pafta Bölümlemesi
Türkiye Pafta Bölümlemesi A3 boyutunda PDF indirmek için BURAYA TIKLAYIN

Kategoriler
S. Serdar YEGÜL

Doğayı Korumak, Ama Nasıl?

Bir baba düşünün ki, ülkesinin doğal kaynaklarının ve özellikle ormanların akıl dışı kesilip endüstriye kazandırılmasından rahatsız olsun. Rahatsız olsun olmasına ama, diğer taraftan da, o da babasından devraldığı işleri ister istemez sürdürmek zorunda kalsın ve ormanlarda ağaçların kesilmesi, tomruk haline getirilmesi, nehir suları yükseldiğinde tomrukların sallar haline getirilerek büyük limanlara taşınması ve oralardan satılması işleriyle meşgul olsun. Doğa/orman tahribatı için çözüm yolları arayan bu babanın, akıllı mı akıllı bir de oğlu olsun.

Şimdi gelin, gerçek hayat hikâyelerinden hareketle, bir baba ve onun akıllı oğlunun bu işe nasıl bir çözüm bulduğuna ya da bulamadığına bir bakalım.
Baba James Pinchot

Baba, Oğul ve Kutsal Dayanışma

Yukarıda “baba” olarak bahsettiğimiz James Pinchot (1831-1908), ABD hükümetinden orman arazileri satın almakta ve bu araziler üzerindeki ağaçları kesip satmakta ve ticari hayatını sürdürmektedir. İşlerini yürütürken doğa/orman tahribatına yakından tanık olan James Pinchot, 1880’lerde işyerini ABD’nin New York kentine taşır ve mobilya distribitörlüğü yapmaya başlar. New York’un emlak zengini güzel karısından ise ilk çocukları Gifford Pinchot (1865-1946) dünyaya gelir. Oğullarıyla yakından ilgilenen çift, onu Doğu’nun en iyi okullarında okuturlar.

Gifford Pinchot, 1885 yılında Yale Üniversitesine başlamadan önce, yaz tatilini babasıyla birlikte geçirmektedir. Tatilde babasıyla birlikte yürür, eğlenir ve sohbet eder. Bir gün babası ona pat diye: “Nasıl bir ormancı olmak istersin?” diye bir soru sorar. Gifford şaşırır; ne cevap vereceğini bilemez. Çünkü o yıllarda ABD’de resmi ormancılık eğitimi veren herhangi bir okul olmadığı gibi, ormancı diye bir meslek de yoktur. Gifford içinden: “Ormancı olsa olsa, ormanda ormanla ilgili işleri yapan insandır” diye geçirir. [1]

Aslına bakılırsa baba Pinchot, geçmişte ağaç kesim alanlarında yaşadığı olumsuz tecrübelerini oğluna aktarmak istemektedir. Sorusunun arka planında, “ormanları hiç bitmeyecekmiş gibi kesip satan bir ormancı mı olmak istersin, yoksa onları akılcı yönetip kullanan ve onlardan sürekli yararlar sağlayan bir ormancı mı olmak istersin?” sorusu yatmaktadır. Baba Pinchot oğluna sadece soru sormakla kalmaz, onu aynı zamanda sıkı bir şekilde yönlendirir de. James Pinchot, oğluna sorduğu ve basit gibi görünen bu soru yoluyla aslında, ABD’de yeni bir ormancılık anlayışının tohumlarını da etmektedir.

1885-1889 yılları arasında Gifford Pinchot’un Yale’de geçirdiği zaman, onun bilgi edinmesinden daha çok, sosyal yönden gelişmesine yarayacaktır. Gifford’un üniversite eğitimi biter bitmez babası onu, ormancılık otoriteleriyle görüşmesi ve ormancılık eğitimi alması için Avrupa’ya gönderir. Gifford Fransa, İsviçre, Avusturya ve Almanya’da birçok değerli ormancı ile tanışır ve onların ormancılık eğitimi hakkındaki görüşlerini alır. Bu değerli insanların Gifford’a Fransa, Nancy’deki Orman Okulunda eğitim almasını önermeleri üzerine, Gifford bir yıl bu okulda eğitim alır. Dersliklerde temel ormancılık bilgilerini öğrenirken Fransa’nın bazı ormanlık alanlarında bazı ağaç türlerinin gelişimini inceler.

1890 yılı sonunda ABD’ye dönen Gifford, öğrendiği bilgileri ABD ormanlarında uygulamak ister. Babasının politik nüfuzunu da kullanan Gifford, Kuzey Caroline eyaletinde 700 hektar / futbol sahası genişliğindeki Biltmore mülkünde orman şefi olarak işe başlar. Eğer Biltmore mülkünde Gifford’un gerçekleştireceği pratik ormancılık uygulamaları başarılı olursa, diğer bir deyişle, mali açıdan kendi kendini döndürebilen bir mekanizma kurulabilirse, Biltmore uygulamaları tüm ABD’ye örnek olacaktır.

1891-1894 yılları arasında Gifford’un önderliğinde Biltmore mülkünde yapılan ormancılık çalışmaları olumlu sonuçlar verir ve Biltmore “pratik ormancılığın ilk örneği ve yuvası” haline gelir. Buradaki ormancılık çalışmaları o kadar popüler olur ki, pek çok Amerikalı genç, ormancılık mesleğini seçmek ister. Bu yöndeki taleplere bir cevap olarak, 1896 yılında Biltmore Orman Okulu açılır. Biltmore, Amerikan ormancılığına gerçek bir katkı sağlar.

Biltmore mülkü ormanlarında Gifford’un elde ettiği tecrübelerden birisi de, Avrupa ormancılığının Amerikan ormancılığına benzemediği gerçeğidir. Gifford ve ekibi, Avrupa ormancılık bilgi ve yöntemlerini ABD ormanlarına uyarlamak zorunda kalırlar. [1]

Gifford Pinchot

Vahşi Batıya Yolculuk

Gifford Pinchot, Biltmore’daki deneyimlerinin ardından, ABD Ulusal Bilimler Komitesi tarafından Ulusal Ormancılık Komisyonunda görevlendirir. Komisyonun görevi özetle, Batı eyaletlerinde orman arazi kullanımlarını incelemek ve raporlandırmaktır. Gifford’un da içinde bulunduğu Komisyon, 1895-1897 yılları arasında söz konusu çalışmaları yürütür. Çalışmaları esnasında görülür ki, Batı’da at çalan insanlara ölüm cezası verilirken, kamunun orman arazilerini çalan insanlara herhangi bir ceza verilmediği gibi, bir de yaptıkları iş onaylanmaktadır. Komisyon üyeleri konuyu incelediğinde, kamu yöneticilerinin aynı sülaleden olduğunu ve bu sülale bağının, usulsüzlük ve yönetim yetersizliğine zemin hazırladığını görürler.

1898 yılında Gifford Pinchot, kadrosu Tarım Bakanlığında olduğu halde, İçişleri Bakanlığının Ormancılık Bölümü’nde ormancı unvanıyla ilk resmi görevine başlar. Artık resmi olarak merkezi hükümete yani Washington’a bağlıdır. Bu görevi esnasında tüm ülkeyi kapsayan seyahatlere çıkar ve sahadaki ormancılık çalışmalarının ne kadar yeterli ve etkili görüldüğünü inceler ve rapor eder. [1]

ABD Başkanı Teddy Roosevelt

Gifford Pinchot’un, New York’taki Amerikan Ormancılar Derneği’nden yakın arkadaşı olan Theodore Roosevelt, 1901 yılında ABD’nin 26. Başkanı (1901-1909) seçilir. Gençliğinde ABD’nin Batı’sında ve Afrika’da vahşi doğada pek çok gezi ve avlara katılan Theodore Roosevelt – her ne kadar av düşüncesiyle tezat oluştursa da – doğa korumanın önemini fazlasıyla kavramış bir insandır. Hazır konu Theodore Roosevelt’ten açılmışken, bir av partisi esnasında önüne çıkan bir ayıyı vurmayıp, “onu bağışladım” demesi üzerine, çevresi tarafından kendisine “Teddy” lakabının takıldığını da sözlerimize ekleyelim. [2]

Teddy Roosevelt göreve başlar başlamaz ülkenin ormancılık çalışmalarının daha etkili yürütülmesi için Pinchot’un tecrübelerinden yaralanmak ister. Zaten Pinchot, 1895-1901 yılları arasında yaptığı çalışmalar sonucu ABD’nin temel ormancılık problemlerini belirlemiştir. Bu problemlerin başında, hiç şüphesiz, orman alanlarının İçişleri Bakanlığına, bu alanlar üzerinde çalışan ormancıların ise Tarım Bakanlığına bağlı olması gelmektedir. Bizim deyişimizle, davul başka tokmak başkasının elindedir. Böyle olunca da, pek çok idari ve teknik sorun ortaya çıkmaktadır.

Teddy Roosevelt ve Pinchot

1901 yılında Pinchot ve arkadaşları, Tarım Bakanlığının bünyesinde çalışmakla birlikte – Başkan “Teddy” Roosevelt’in de teşvikiyle – İçişleri Bakanlığı, Orman Bölümü’nün iyileştirilmesinde önemli görevler üstlenirler. İyileştirme çalışmalarının bir sonucu olarak Orman Bölümü’nün ismi Orman Bürosu olarak değiştirilir. Sorunlar kökten çözülmese de görece iyileşmeler sağlanmıştır.

Pinchot ve arkadaşları orman alanlarının Tarım Bakanlığına devrine ilişkin çalışmalarına devam ederler ve 1905’te Kongre’nin kararı ve Başkan’ın onayıyla kamuya ait orman alanları İçişleri Bakanlığından alınarak Tarım Bakanlığına devredilir. Devir gerçekleştirilirken Orman Bürosu, Orman Hizmetleri (Forest Service) ismini alır ve Başkan “Teddy” Roosevelt, Orman Hizmetleri’ne ilk genel müdür (chief) olarak – zaten aklında olan – Gifford Pinchot’u atar.

Büyük Gurur

1905-1910 yılları arasında Orman Hizmetleri’nde Genel Müdür olarak görev yapacak olan Pinchot, pek çok temel ormancılık çalışmasına imza atacak ve ABD’de ormancılık yönetiminin temellerini sağlamlaştıracaktır. Sağlamlaştıracaktır sağlamlaştırmasına ama, ABD’de ormancılık çalışmalarının bu düzeye gelmesinden en çok gurur duyacak kişi, hiç şüphesiz,  babası James Pinchot olacaktır. Bunun nedeni, 1880’lerde orman alanlarına hiç tükenmeyecekmiş gibi bakılırken, dahası bu alanlar fütursuzca talan edilirken, yaklaşık 20-25 yıl sonra, orman alanlarına, akılcı kullanılarak daima faydalanılması gereken alanlar olarak bakılmaya başlanmıştır. Diğer bir deyişle, James Pinchot’un 1885 yılı yaz tatilinde oğluna sorduğu soru (Nasıl bir ormancı olmak istersin?) yoluyla attığı tohumlar, çimlenmiş, yeşermiş, sürgün vermiş ve 1900’lerin ilk on yılında boyunu aşan bir ağaca dönüşmüştür. Bu ağaç daha da boylanacak ve ABD ormancılığı sonraki yıllarda oğlunun attığı temeller üzerinde kat be kat yükselecektir. “Bir baba için bundan daha büyük bir gurur olur mu?” demekten kendimi alamıyorum.

Baba Pinchot, oğlu Orman Hizmetleri Genel Müdürü görevini yürütürken 1908 yılında vefat edecektir.
Pinchot’un Otobiyografisi

Korumacılığın Babası

Koruma (conservation) kavramının içini: “orman kaynaklarının akılcı yönetilerek onlardan sürekli yararlanılması” şeklinde dolduran Gifford Pinchot, Amerikan Korumacılığının Babası unvanını almıştır. Teddy Roosevelt’in Pinchot için söylediği bir sözle yazıyı bitiriyorum: “Ülkemizin doğal kaynaklarının korunmasında, milletimiz Gifford Pinchot’a çok şey borçludur.”

Hoşça kalın, doğayı korumada kalın!

KAYNAKLAR

  1. Pinchot, Gifford; Breaking New Groun, Island Press, 1998
  2. Eliot, John L; Roosevelt Country – T.R.’s Wilderness Legacy; National Geographic, September, 1982

Gri Kuleler Pinchot

Kategoriler
S. Serdar YEGÜL

İlk Kadın Roman Yazarı: Fatma Aliye

Bir kadın düşünün ki, ilk çeviri ve ilk kurgusal metinleriyle modern Osmanlı edebiyat dünyasına güçlü bir giriş yapsın; bununla birlikte, eserlerinin kapaklarında ismi değil de “bir kadın” ifadesi yer alsın! Kimden mi söz ediyoruz? Tabii ki, bir fotoğrafı ile elli liralık banknotların arka yüzünde yer alan Fatma Aliye’den!

FATMA ALİYE (1862-1936) – Kadınların okullarda eğitim almalarının yaygınlaşmadığı ancak üst sınıf aile kızlarının eğitim alabildiği bir dönemde çocukluk ve gençliğini geçiren Fatma Aliye, ağabeyi Ali Sedat için ders vermeye evlerine gelen öğretmenlerden dersler alır. Okuma yazmayı öğrenir öğrenmez geleneksel anlatıları okuyan Fatma Aliye, ardından Fransızcayı öğrenmeye başlar. Öğretmenlerinden dilbilgisi, kozmografya ve astronomi gibi dersleri alır. Hayatının önemli dönüm noktalarından biri, ağabeyinin okumayıp bir kenara bıraktığı Ahmet Mithat’ın eserleri ile tanışmasıdır. (1)

Fatma Aliye’nin okuma isteği karşısında oldukça şaşıran babası Ahmet Cevdet Paşa[1], kızının edebiyata ilgisini desteklemek için Ahmet Mithat[2] ile kızının manevi baba-kız olmalarına izin verir. Ahmet Mithat, bu “manevi babalık-kızlık” konusu hakkında şunları söyler:

“[Günümüz Türkçesiyle]: Aliye Hanımefendi ile aramızda sözleşilmiş olan ve hatta rahmetli babalarının [Ahmet Cevdat Paşa] da onayıyla gerçekleşen manevi babalık ve kızlığın nasıl yürürlüğe gireceğine dair haberleşmeler esnasında söz konusu hanım [Fatma Aliye] pek bilgece ortaya koymuştur ki manevi babalık ve kızlığın önemi, maddi babalık ve evlatlıktan da hiç de aşağı değildir. Maddi anne baba insanı maddi varlıklar âlemine getirmeye aracılık ettiği gibi manevi baba da manevi varlıklar âlemine getirmeye aracı olur.” (2)

Ahmet Mithat bir yandan eserleri ve bilgisiyle Fatma Aliye’ye bir rol model olurken diğer yandan da sahibi olduğu Tercüman-ı Hakikat gazetesinin sütunlarını ona açar. Yalnız bir konuya dikkatinizi çekmek istiyorum: Ahmet Mithat, Fatma Aliye direnç gösterene kadar, onun söylemlerini yönlendirmeye çalışır. Özetle onu tanımlamaya çalışır; hatta tanımlar da diyebiliriz.

Fatma Aliye Topuz

Fatma Aliye 1879 yılında Padişahın yaveriyle Kolağası Faik Bey’le evlenir. Askeri eğitim almış olan Faik Bey, Fatma Aliye’nin roman okumasını yasaklar hatta kimi romanlarını yırtar. Bu duruma mevcut şartlar altında karşılık vermeye cesaret edemeyen Fatma Aliye, bu sebepten uzun bir süre roman okuyamama dönemine girer. Bir müddet sonra tavrı yumuşayan Faik Bey, eşinin roman okumasına izin verir. 1889-90 yılında Georges Ohnet’in Volente romanını Türkçeye çevirip yayınlamasına bile karışmaz.

Diğer yandan Osmanlı kamuoyu, “bir kadın” imzası ile yayımlanın Volente romanı çevirisinin Fatma Aliye tarafından yapıldığına inanmaz. Onlara göre çeviriyi ya babası Ahmet Cevdet Paşa ya da ağabeyi Ali Sedat yapmışlardır! Benzer bir olay, Fatma Aliye’nin Ahmet Mithat ile ortaklaşa yazdıkları Hayal ve Hakikat hikâyesinde de yaşanır. Osmanlı kamuoyu, Ahmet Mithat ve “bir kadın” imzasıyla yayımlanan eserin asıl yazarının Ahmet Mithat olduğuna inanır.

Fatma Aliye yukarıda adı geçen iki eserleriyle edebiyat dünyasına adımını atmıştır atmasına ama bu dünya onu bir türlü kabullenememiştir. Çünkü bu iki eserin ona ait olduğuna kimse inanmamıştır. Toplumsal kabule ancak, 1891-92 yıllarında kendi ismiyle yayımladığı Muhadarat[3] romanıyla ulaşabilecektir.

FATMA ALİYE’NİN BAKIŞ AÇISI – Fatma Aliye, muhafazakâr kimliğinden ödün vermeden, Türk kadın haklarının düşünsel temellerine katkıda bulunmaya çalışan bir yazardır. Oryantalist bakış açısına hemen her eserinde karşı çıkar. Batı ve Doğu’nun üstün yanlarının bir araya gelmesinden doğan yeni bir Türk kadınının hayalini kurar. Batılı anlamda feminizme karşı çıkan Fatma Aliye’nin, “İslami bir feminizme” ön ayak olduğu söylenebilir.

Fatma Aliye, kadınların İslam’ın özünde bulunan hak ve hukuka bir zamanlar sahip olduklarını, sosyal hayatta aktif olduklarını; ancak bu haklarının örf ve adetler yoluyla kadınların ellerinden alındığını düşünür. Fatma Aliye’ye göre, kadın çocuğu yetiştirendir; medeniyetin bekçisidir ve yarınların temelidir. İnsanlığın ilerlemesi kadınlığın yükselmesine bağlıdır. Bunun için kadınlar, zaten kendilerine ait olan ve bir zaman önce kendilerinden zorla alınmış, gasp edilmiş hakları geri istemektedirler. Bunun için erkeklerin de desteği gerekmektedir. (3)

ROMANLARINDA KADIN SORUNLARI – Fatma Aliye, hem kendisinin hem de Osmanlı kadınlarının yaşadığı sorunları rahatça tartışabileceği bir zemin ve bir araç olarak roman türünü seçer. Hayal ve Hakikat’in ardından 1891-1910 yılları arasında dört roman daha yazar.

Fatma Aliye, Meşrutiyet’ten iki yıl sonra (1910) basılan Enin romanında, İslami çerçevenin dışına çıkmadan eşlerin birbirini tanımasını savunur. Enin’de evlenme niyetinde olan Sabahat ile Suat’ı evlilik öncesi birbirlerini Avrupai usulle tanımaları için Sabahat’ın mürebbiyesi Miss Mod’un aracılığıyla buluşturur. Diğer taraftan, Enin’in baş karakterlerinden Rıfat, evleneceği kız için şunları söyler:

“İzdivacı oyuncak addedenlerden değilim! O hususta kendimi nasıl düşünürsem, alacağım kadını da öyle düşünürüm. Bir kadını bedbaht etmek, onun hayatını zehirlemek, istikbalini mahvetmek istemem. Evet, alacağım kadının güzel olmasını hem de kendi tab ve mizacıma göre güzel olmasını isterim. Lakin kadın ne kadar güzel olsa yalnız çehresine bakarak mükemmeliyetine kanaat edemem. Ben onun maneviyatının da güzel olmasını isterim.”

Fatma Aliye 1896-97 yıllarında yayımladığı Refet adlı romanını yayımlar. Hiç maddi dayanağı olmayan çalışkan azimli bir kızın birçok imkânsızlık içinde öğretmen olma hikâyesini anlatır. 1897-98 yılların yayımladığı Udi adlı romanında ise, kocasından ayrılan Bedia’nın ud çalarak kendi ayakları üstünde durmasını konu edinir. Bedia parasız kalır ve fuhşa sürüklenmemek için müzik eğitimini ve bilgisini kullanır. (4)

BİTİRİKEN 19. yüzyıl roman yazarlarından Fatma Aliye’nin kurmaca metinlerinde kadınların eğitim ve boşanma hakkı, evlilik ve çalışma hayatı gibi toplumdaki temel sorunlarına değinilir ve dönemine göre oldukça cesur kadın portreleri çizilir. İçinde bulunduğu, gelenek ve modern arasında sıkışmış, ikircikli bir yapıda seyreden toplumsal koşullar, Fatma Aliye’nin kurmaca olan ve kurmaca olmayan metinlerini de etkiler ve çift sesli bir yapı oluşmasına neden olur. Bu çift sesli yapıya rağmen Fatma Aliye yine de romanlarında alttan alta başkaldıran, güçlü, tuttuğunu koparan kadın karakter portreleri çizer. (5)

Diğer taraftan, Ahmet Cevdet Paşa’nın kızı olmasının getirdiği sorumlulukların ve Ahmet Mithat’ın tanıtımını yaptığı bir kadın yazar olmasının getirdiği ağır yüklerin Fatma Aliye’yi yazarlık serüveni boyunca yorar. Ama ne yormak! “Bir kadın” ifadesi engelinden başlayarak, “Ahmet Mithat’ın çizdiği, tanımladığı ve söylemlerini belirlediği kadın” ve “mahalle baskısı” gibi engelleri tek tek aşmak ve kadınların sorunlarını anlatmak istemektedir. Hem de tüm bu engelleri aşarken kırıp dökmemek ve saf dışı kalmamak zorundadır. Dönemine göre tüm bu zorlukları, kendisine has yöntemlerle sabırla ve başarıyla aştığı söylenebilir.

İlk kadın roman yazarımız Fatma Aliye’yi saygıyla selamlıyorum.

[1] 1822-1895yılları arası yaşayan Ahmet Cevdet Paşa, tarihçi, hukukçu ve devlet adamıdır. Başkanlığında kurulan Mecelle Cemiyeti tarafından Mecelle ciltler halinde yayımlanmıştır.
[2] 1844-1912 yılları arası yaşayan Ahmet Mithat; çevirmen, yazar, yayımcı ve gazetecidir.
[3] Muhadarat: Unutulmayan, yeri ve zamânı geldikçe tekrarlanan edebî, târihî fıkralar, hikâyeler, latîfeler veya ilimle, fenle ilgili bilgiler (Kubbealtı Lügatı)

YARARLANILAN KAYNAKLAR

  1. Ahmet Mithat & Fatma Aliye, Hayal ve Hakikat, Everest Yayınları, 2015
  2. Ahmet Mithat; Fatma Aliye yahut Bir Osmanlı Muharrisesinin Neşeti, Sel Yayıncılık, 2011
  3. Gençtürk, Tülay Demircioğlu; Hayattan Kurmacaya: Fatma Aliye Hanım’ın Dört Romanında Metinlerarası İlişkiler başlıklı makale
  4. Demir, Hilal; Fatma Aliye Hanım’ın Çerçevesinde Kadın Haklarının Sınırları başlıklı makale
  5. İnce, Meryem Selda; Anlatıda Mütesettir Olmak: Fatma Aliye başlıklı makale.

NOT: Bu yazı, Kafasına Göre Dergisinin Mart-Nisan 2020 sayısında yayımlanmıştır.

Kategoriler
S. Serdar YEGÜL

Doğa Dostu Küçük Prens

– “Kral Hazretleri! Güneşe batmasını emreder misiniz?”
– “Emrediyorum, akşam yediyi kırk geçe güneş batsın!”

Küçük Prens

Yıllar önce Küçük Prens’le tanışmam, bir gazetenin kültür-sanat sayfasında toplumun önde gelen bazı isimlerine: “Hangi kitabı önerirsiniz?” sorusunun sorulması ve o isimlerden birinin, “hiç düşünmeden Küçük Prens”, cevabını vermesi ile oldu. Kitabı almak üzere kitapçıya doğru giderken, karşıma üç yüz ya da dört yüz sayfalık bir kitabın çıkacağını zannediyordum. Karşıma çocuk bölümünde yüz sayfalık bir kitap çıktığında ise, yoksa yanlış bir kitap mı alıyorum, endişesine kapıldım. Kitabı bir çırpıda okuduğumda, kitabın hiç de çocuk öykülerinin alışılmış kalıplarına uymadığını ve çok geniş bir konu yelpazesine sahip olduğunu gördüm. İlerleyen yıllarda mesleğim orman mühendisliğinin kazandırdığı bakış açısıyla öyküyü tekrar tekrar okudum. Özellikle Kral’ın doğa kurallarına dikkat ederek emirler vermesinden ve Küçük Prens’in gülüne ve tilkiye sevgi beslemesi, emek vermesi ve sorumluluk duymasından çok etkilendim. Küçük Prens’in temelde bizden açık açık doğanın yasalarına uymamızı istemesi çok ilginç geldi. Küçük Prens’in verdiği mesajların tüm çocukların verdiği mesajlar olarak düşündüğümde; dahası, doğan her çocuğun anne babası başta olmak üzere tüm yetişkinleri mesaj yağmuruna tuttuğunu düşündüğümde ise, birden durgunlaştığımı ve derin derin düşüncelere daldığımı fark ettim.

Şimdi gelin öykünün biraz daha ayrıntılara girelim ve Küçük Prens’in hiç de küçük olmayan düşüncelerine biraz daha yakından bakalım.

* Altı yaşındayken, balta girmemiş ormanlarla ilgili bir kitap okuyan, Küçük Prens öyküsünün anlatıcısı pilot, kitaptan etkilenir ve bir fil yutan bir boa yılanı çizerek büyük insanlara gösterir. Büyük insanlar resmi hiç anlayamadıkları gibi, bir de ona hiç beklemediği tavsiyelerde bulunurlar. Zaten büyük insanlar, hiçbir şeyi olduğu gibi anlayamazlar, onlara hep açıklamalarda bulunmak gerekir. Bu ise çocuklar için çok zor bir iştir.

Diğer taraftan, öykünün ilerleyen kısımlarında Küçük Prens, büyüklerin kendilerini fazlasıyla önemsediklerini ve kendileri hakkında gerçek olmayan, abartılı yargılara sahip olduklarını söyler. Büyükler, tüm doğal yaşam içinde yalnız kendi çıkarlarını düşünürler, doğanın salt kendi kullanımlarına sunulmuş olduğunu sanırlar ve insan merkezcidirler.

Küçük Prens, sahip olduklarından sadece yararlanmayı değil onlara yarar sağlamayı da düşünür. Çiçeğini sulamak, yanardağ kurumlarını süpürmek ve kötü sürgünleri kesmek ona göre hep, sahip olduklarına yarar sağlamak ve sorumluluğunu yerine getirmek demektir. Diğer taraftan, Küçük Prens kendi gezegeninden Dünyaya gelirken uğradığı bir gezegende, yıldızların sahibi olduğunu söyleyen işadamını garipser. Çünkü işadamı, arkası arkasına hesaplarını kontrol etmekte, ancak yıldızlara karşı herhangi bir sorumluluk duymamaktadır. Doğa gözlüğüyle bakıldığında, büyük insanların doğaya bakışı ile çocukların doğaya bakışı arasındaki farklar hemen göze çarpar. Büyük insanlar doğaya sadece yarar almak gözüyle bakarken, çocuklar doğaya hem yarar almak hem de yarar vermek gözüyle bakarlar.

Büyükler sayıları çok severler. O kadar çok severler ki, onlara: “ ‘Penceresinde sardunyalar, çatısında güvercinler olan pembe bir ev gördüm…’ deseniz, bu evi asla gözlerinde canlandıramazlar.” Ama: “Beş milyon liralık bir villa gördüm.” deseniz, “vauv” derler.

* Öykü anlatıcı pilot yıllar sonra Sahra çölü üzerinde pırpırlı uçağıyla uçarken motoru arızalanır ve çöle yumuşak iniş yapar. İndiği yer en yakın yerleşim yerine bin mil uzaklıktadır. [Küçük Prens ise bir yıl önce, tam da bu bölgeye inmiş, bir yıl dünyayı gezmiş ve bir yıl sonra dönmüş dolaşmış yine aynı yere gelmiştir.] Ertesi sabah Küçük Prens pilotun kulağına: “Bana bir koyun çiz!” dediğinde, pilot o an beyninden vurulmuşa döner ve heyecanla birkaç koyun resmi çizer. Daha sonra, küçük prensin böyle bir talepte bulunmasının nedeni anlaşılır. Geldiği gezegendeki gülünün etrafında büyüyen kötü otları (baobabları) yemesi için pilota koyun resmi çizdirmek istemiştir.

Küçük Prens ve Tilki

Küçük Prens gezegenindeyken her gün yanardağların kurumlarını temizler ve arsız boababların sürgünlerini keser. Küçük Prens’e göre, sabahları, kendine çekidüzen verdikten sonra, gezegenine de mutlaka özenle çekidüzen verilmelidir.

* Hayatını uzun bir süre sıkıntı içinde geçiren Küçük Prens’in tek avuntusu gezegeninde gün batımını izlemek olmuştur. Kendi gezegeninden Dünya’ya gelirken uğradığı ilk gezegende bir kral ile karşılaşır ve ondan da gün batımını izlemek için güneşi batırmasını ister. Kral akıllıdır ve doğa yasalarına uygun emirler vermektedir. Kral, güneş akşam yediyi kırk geçe batacağı için: “Emrediyorum; akşam yediyi kırk geçe güneş batsın!” der. Kral böylelikle saygınlığını korur.

* Küçük Prens, bilinmeyen bir yerden rüzgârla gezegenine gelen bir tohumdan üreyen gizemli çiçeğini kişileştirmiş ve onunla diyaloğa girmiştir. Ona ön yargısız ve sevgi dolu bir kalple yaklaşmış ve onun nazlanma ve böbürlenmelerini hoş görmüştür. Küçük Prens’in gezegeninden ayrılma zamanı geldiğinde ise, gül kaprislerini bir kenara bırakarak sevgisini Küçük Prens’e açıkça göstermiştir.
Küçük Prens dünyayı gezerken karşılaştığı bir gül bahçesinde kendi gülünün eşsiz olmadığını ve türünün yalnızca bir örneği olduğunu görür. Tek bir güle sahip olmanın, sandığı kadar önemli bir şey olmadığını fark eder. Kendini ve gezegenini gereğinden fazla önemsediğini düşünür ve üzülür.

Büyükler bir bahçede beş bin gül yetiştirip aradıklarını bulamazken, Küçük Prens ve çocuklar tek bir gülde aradıklarını bulabilirler. Çünkü çocuklar güllerine kalp gözüyle bakarlar; onlara sevgi ve emeklerini verir ve sorumlu davranırlar. Onun için Küçük Prens, gülüne gönlünü vermiş ve onu “evcilleştirmiştir”. Ondan ayrıldığında ise üzülmüş ve ağlamıştır. Üzülme ve ağlamanın ancak sevgi ve emek verildiği zaman olabileceği, ne kadar da deriye dokunan bir gerçektir!

* Küçük Prens çöle indiğinde hiçbir insanla karşılaşmaz ve yalnızlık duygusuna kapılır. Bu duyguyla baş edebilmek için gökyüzündeki gezegenine bakar ve gülünü düşünür. O esnada karşısına bir yılan çıkar ve bir kimsenin insanlar arasında da yalnız olabileceğini söyler. Kendine elverişli olmayan bir ortamda bulunmak da bir çeşit “çöl”de olmak değil midir?

Küçük Prens öyküsünde özetle, bir yandan doğa yasaları temelinde insanın kendine ve doğaya bakışı tartışılırken diğer yandan da insanın sorunlarına çözüm yolları olarak, içindeki çocuğu ortaya çıkarmak ve kalbiyle kendine ve doğaya bakmak gibi önerilerde bulunulduğu söylenebilir.

Küçük Prens’in bir sözüyle bitirelim: “Asıl sorun büyümek değildir; büyürken unuttuklarımızdır!”

Küçük Prens Kuşlar

KAYNAKLAR: 1- Antoine de Saint-Exupery, Küçük Prens, Lotus Yayınevi, 2005; 2- Nuran Direk, Küçük Prens Üzerine Düşünmek, Pan Yayıncılık 2007; 3- Küçük Prens Animasyon filmi, Paramount, 2015.

NOT: Bu yazı, Kafasına Göre Dergisi’nin 28. Sayısında (Eylül-Ekim 2019) yayımlanmıştır.

Kategoriler
S. Serdar YEGÜL

John Muir ve Milli Parklar

Size, Eski Dünya’nın (Avrupa) tarihi güzelliklerinin yerini Yeni Dünya’da (ABD) doğal güzelliklerin aldığını söylesem; dahası, tüm bu yerini alma (ikame) düşüncesini oluşturan düşünürlerin ABD’nin doğal güzelliklerine: “Spiritüalizmin kaleleri, Sekoya tapınağı, Sekoya abidesi ve Sierra katedrali gibi isimler verdiklerini de sözlerime eklesem, bana ne dersiniz?

Sizi bilmem ama yukarıdaki düşünceleri bir makalede [1] okuduğunda oldukça şaşırdım, şaşırmaktan da öte adeta vuruldum. Çünkü bu bilgiler benim için oldukça yeni bilgilerdi ve üniversite öğrenimim esnasında ve sonrasında böylesine ilginç isimlendirmelere hiç mi hiç rastlamamıştım.

Söz konusu makalede, R. W. Emerson, H. D. Thoreau ve J. Muir’in düşünce çizgisinden bahsediliyor ve John Muir’in yukarıdaki isimlendirme ve diğer çabalarına özellikle vurgu yapılıyordu. Peki, o zaman soruyu soralım: Kimdi John Muir ve doğal güzelliklere böylesine ilginç isimler vermek nereden aklına gelmişti? John Muir’i tanıyarak başlayalım.

John Muir

1838 yılında İskoçya’da dindar bir ailede dünyaya gelen John Muir (1838-1914), babasının zorlamasıyla kutsal kitapları olan Eski Ahit (Tevrat, Zebur) ve Yeni Ahit’i (İncil) ezberler. Bu ezberlerin ileride John Muir’in üslubu üzerinde önemli etkileri olacaktır.

11 yaşında ailesiyle birlikte Amerika’ya (Wisconsin, Kingstone) göç eden John Muir, daha çocuk yaşta yaban hayatına ilgi duyar ve çiftlik işlerinin yanı sıra, göl kenarındaki arazilerinde zamanını ağaçları, çiçekleri ve hayvanları tanıyarak geçirir. Arazilerinin hemen yanında, çok sevdiği ve Tanrının bizzat koruduğuna inandığı bir koruluk vardır. Bu koruluğu çitle çevirmek ve çiftlik hayvanlarının içeri girmesini engellemek ister. Bu ve benzeri davranışları, onun daha o yaşlarda yaban doğaya olan ilgisinin ipuçlarını verir.

John Muir

Baba Muir, John’un dini görüşlerini koruması için onu okula göndermez. Bunun üzerine John, uzun saatler tarlada çalıştıktan sonra arta kalan zamanını babasından aldığı matematik kitaplarını okuyarak geçirir. Öğle paydoslarında bile önce kitaplarını okur, daha sonra karnını doyurur. Kış günlerinde akşam saat 8’de yatar, sabahleyin erkenden kalkarak kitaplarını okumaya devam eder. Bilime ilgi duyan John, evlerinin bodrum katında deneyler yapar. Bu yolla pek çok buluşa imza atan John, buluşlarını Wisconsin Fuarı’nda sergiler ve bazı ödüller kazanır.

22 yaşında (1860) Wisconsin Üniversitesine kaydolan John, üniversitede botanik ve jeoloji okur. Yaz tatillerinde okul masraflarını çıkarmak için çiftliklerde çalışır. Üniversitede geçirdiği iki buçuk yılın ardından İndiana, İndianapolis’te bir araba fabrikasında çalışmaya başlar. İşinde başarılıdır ve zaman zaman terfi almaktadır. Ancak bir iş kazası sonucu John’un her iki gözü de görmez olur. John, körlerin dünyasına adım atar atmaz, doğal güzellikleri ne denli sevdiğini ve onlarsız yapamadığını fark eder. John, tam da bu kâbusun ortasındayken bir karar verir: “Eğer bir gün gözleri iyileşir ve görmeye başlarsa, yaz-kış ve yağmur-çamur demeden doğayı gezecek ve doğal güzellikleri seyredecektir” [2]. Neyse ki bir süre sonra John’un gözleri görmeye başlar ve böylece o özlediği orman ve kırlara geri döner.

Ver Elini Yürüyerek Yolculuk!

29 yaşında (1867) ABD’nin güneyinde doğudan batıya doğru yürüyerek uzun bir (1609 km) yolculuğa çıkan John Muir, yolculuk esnasında büyük kentlerden olabildiğince uzak durur ve ormanlarda yürümeyi tercih eder. Yolculuğu esnasında not defterine şunları yazar: “Bu uzun yolculuk Kaliforniya’da sona erecekti. Tek başıma ve yaya olarak Meksika Körfezini yürüyecektim. Çantamda, alacağım bitki örnekleri için bir kutu vardı. Kıştan kaçan kuşlar gibi Güney’e iniyordum. (..) Aslında Güney Amerika’ya da geçip, Amazon nehrinin başlangıcından itibaren, Güney Amerika ormanlarını yürümek istiyordum. Sonra da koca nehri salla aşarak Okyanusa ulaşmak arzusundaydım. Güney Amerika’ya gitmek için gemiye binemezdim, çünkü çok az param vardı. Florida’da yakalandığım hastalıktan sonra kendimi pek toparlamış hissetmiyordum.” [2]. (Muir’in Güney Amerika’da seyahat etmek istediği rota, Alexander von Humboldt’un 1799-1802 yılları arasında seyahat ettiği rotadır. Muir, bu düşüncesini 30’lu yaşlarda gerçekleştiremese de, bu düşüncesinden asla vazgeçmeyecek ve 70’li yaşlarda bu seyahati gerçekleştirir.)

Yosemite Vadisi Milli Parkı

Yosemite Vadisi

Muir, 1868 ilkbaharında Kaliforniya Eyaletindeki Yosemite vadisine ulaşır ve çevresindeki eşsiz güzellikleri görerek sevinç içinde şunları söyler: “Şu ana kadar duyduğum ve okuduğum hiçbir cennet tasviri Yosemite kadar güzel değil. Dağlar ve vadiler çiçeklerle bezenmişti. Çiçekler içinde yüzerek ve kendimden geçerek, ayaklarımın beni götürdüğü yere gidiyordum. Tepelerden birinin üzerinden çevreyi seyrettim. Karşımdaki manzara, şimdiye kadar gördüklerimin en görkemli manzaraydı. Kaliforniya Merkez Vadisi ayaklarımın altında seriliydi. Sanki güneş gökten yere inmiş, 80 km genişliğinde ve 800 km uzunluğunda ışıktan bir göl oluvermişti. Bu şimdiye kadar gördüğüm altın bahçelerin en büyüğüydü. Bu altın bahçenin doğu kenarında, Sierra Nevada Dağları yükseliyordu. Dağlar sanki göğe yükselen ışıktan bir duvar gibiydi.” [2].

Yaz geldiğinde içinde vadinin yükseklerine çıkma isteği uyanan Muir, o kadar şanslıdır ki, koyun sürüsüne çoban yardımcısı arayan bir sürü sahibi ile karşılaşır ve sürü sahibi onu işe alır. Hem para kazanma hem de yükseklerin bitki, hayvan ve yeryüzü şekillerini tanıma fırsatını bulan Muir, yüksek noktalardan vadiye bakmaya âşık olur; dahası, kendini ibadet ediyor ve Tanrıyla iletişim kuruyor gibi hisseder.

John Muir tüm bu gözlemleri esnasında, koyunların toprağın bitki örtüsünü azaltarak yağmurlarla sürüklenip gitmesine neden olduğunu gözlemler. Sierra’nın o güzelim ağaçlarının, zengin olmak isteyen kimseler tarafından kesilerek satıldığını ve ormanların tarla ya da otlak açmak için yakılıp yıkıldığını görür. Bütün bunların gerekli olmadığını anlatabilmek için kolları sıvayan Muir, ulusal düzeyde kampanyalar başlatarak gazete ve dergilere yazılar yazar. Yazılarında etkiyi arttırmak için şiirsel bir dil kullanır. Muir’in çabaları yıllar içinde meyvelerini verecek ve Amerikan halkı Muir’in doğal yaşam alanları felsefesini benimseyecektir.

1890 yılında, Muir’in önemli gayretleri sonucu Yosemite vadisi, milli park ilan edilir. Bununla da yetinmeyen Muir, 1892 yılında Sierra Kulübü’nü kurarak, Türkçeye “doğal alanların olduğu gibi muhafazası” olarak tercüme edilen “preservation” fikrini genç nesillere aşılamaya çalışır; seminer ve arazi gezileri düzenler. Sierra Kulübü, bugün de işlevini sürdürmektedir.

Sierra Klübünün Günümüzdeki Bir Etkinliğinden

Başkan Yosemite’ye Geliyor!

Gençliğinde doğaya duyduğu tutkuyla ünlenmiş olan ABD Başkanı Theodere Roosevelt (1. Roosevelt) 1903 yılında Kaliforniya eyaleti seyahat programına Yosemite vadisini de aldırır ve John Muir’un bu seyahatte kendisine eşlik etmesini ister. Başkan Roosevelt, Yosemite vadisine vardığında, Muir ve birkaç park görevlisini de yanına alarak Yosemite vadisindeki Mariposa koruluğuna gider. Bu bölge, dev sekoya ağaçlarıyla meşhurdur. Bir sekoya ağacının altında kamp kuran ekip, sabaha kadar açık alanda battaniyelerine sarılarak doğayı seyreder. Muir fırsatı kaçırmaz ve gece boyunca şiirsel bir dille Başkan’a Yosemite vadisi ve doğa ile ilgili düşüncelerini anlatır. Ertesi gün Muir, Başkan’ı iki şelale ve en yüksek tepenin (Glacier) görülebildiği bir noktaya çıkarır. Bir gece de orada kamp kurarlar. Sabah kalktıklarında üzerlerinin kar ile kaplı olduğunu görür, şaşkın ve mutlu yüzlerle birbirlerine bakarlar.

Roosevelt ve Muir kampta

Başkan, iki geceden aldığı müthiş zevkle, bir sonraki gün Yosemite’den ayrılarak vatandaşlarına hitap etmek üzere Kaliforniya’nın başkenti Sacramento’ya gider. Hitap esnasında sanki Başkan değil de John Muir konuşmaktadır. Başkan: “Sekoya ağaçlarının dibinde olmak, bir tapınakta olmak gibi bir histi. Umarım bu büyük ağaçların olduğu koruluğu koruruz. Bu ağaçların her biri sanki bir abideyi andırıyor. Ben, gelecekte bunların taşıyacağı değeri düşündüğümde; bu paha biçilmez doğal güzelliklerin zarar görmeden korunmasını, gelecek nesillere bırakılması gerektiğini düşünüyorum ve istiyorum. Biz bu ülkeyi sadece bir gün yaşamak için değil, yıllarca yaşamak için inşa ediyoruz” der.

Roosevelt, Muir ve Park Görevlileri

Bitirirken

John Muir (1838-1914), ABD’de hızla yok olmakta olan doğal yaşam alanlarının muhafazası için pek çok yazı yazarak ve konuşma yaparak Amerikan kamuoyunu ve karar vericilerini uyarmaya çalışır. Yazı ve konuşmalarını oluştururken, bir yandan “doğa asla sadece doğa değildir; doğanın daima dini bir değeri vardır” [4] düşüncesinden ilham alırken, diğer yandan bilimsel gözlemlerine de dayanır.

Dini ve bilimsel düşüncelerini zihninde harmanlayan Muir, Amerika’nın doğal yaşam alanlarına: “Spiritüalizmin (ruh ve ruhla ilgili konuların) kaleleri, Sekoya tapınağı, Sekoya abidesi ve Sierra katedrali” gibi ilginç isimler verir. Bu isimlerin altını: “Doğayı muhafaza etmek ruh sağlığımızı korumak için gereklidir. Muhafaza edilmiş doğal yaşam alanları, insanları endüstrileşme ve lüks düşkünlüğünün etkisinden kurtaracak yegâne araçlardır” gibi düşüncelerle doldurur. Dolayısıyla Muir’in, “ruh muhafazası, kale/ibadethane muhafazası, ruh muhafazası” gibi bir döngüden bahsettiği söylenebilir.

John Muir’in Amerikalıların kulağına fısıldadığı muhafaza (preservation) ve milli parklar (national parks) düşünceleri karşılığını bulmuş olacaktır ki, bugün sadece ABD’de değil tüm dünyada yüzlerce milli park ilan edilebilmiştir. “Ne mutlu o milli parkları gezerek ruhlarını iyileştirenlere ve tazeleyenlere!” demekten kendimi alamıyorum!

Yazıyı John Muir’le bitirelim: “Dağlara çık ve verecekleri iyi haberi al. Doğanın huzuru, aynı güneş ışığının ağaçlara aktığı gibi, içine akacak. Rüzgârların taze nefesi, fırtınaların enerjisi içine esecek, kaygıların da sonbahar yaprakları gibi dökülüp gidecektir.” [2]

KAYNAKLAR: [1] Çelik, Cahit; Doğal Alanları Koruma: Amerika Birleşik Devletlerinde Milli Parkların Oluşum Süreci ve İdaresi, 2015 (Son erişim tarihi: 8 Ocak 2020); [2] William O. Douglas; Ağaçlar Kaçmaz, Redhouse Press, 1978; [3] Özdağ, Ufuk; Edebiyat ve Toprak Etiği, 2017; [4] Mekân Sembolizmi: http://www.symbolism.org/writing/books/sp/2/page4.html, sayfa 1, paragraf 1 (Son erişim tarihi: 8 Ocak 2020)

Muir'in en meşhur eseri Yosemite

NOT: Bu Yazı Orman ve Av Dergisinin Ocak-Şubat 2020 sayısında yayımlanmıştır.